Bizi insan olarak var eden kudret sahibi, insanlığımızı koruyarak yaşamanın yollarını da göstermiştir. İslâm’ın insanı “sorumlu varlık” olarak görmesi, bu çerçevede temel bir öneme sahiptir.
İslâm dışı inanç ve düşünce sistemleri ise, özellikle modern kültür insanı “özgür varlık” olarak tarif eder. Modernitenin hayatın temeline yerleştirdiği en temel kavramlardan birisidir “özgürlük.”
İslâm’ı bugünün modern değerler ekseninde anlama ısrarında olanların yaygın olarak düştüğü hatalardan birisi, diğer inanç ve düşünce sistemleri gibi İslâm’ın da insanı “özgür varlık” olarak gördüğünü söylemeleridir. İslâm’ın kölelik kurumunu ortadan kaldırmak için getirdiği çözümleri de bu yaygın hatayı delillendirmek için kullanırlar.
Evet İslâm’ın köleliği teşvik etmemek, her fırsatta köle azadına yönlendirmek gibi tedbirlerle köleliği ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar getirdiği bir vakıadır.
Ancak bizim burada kasdettiğimiz, köleliğin karşıtı olan özgürlük değildir. Kölelik/özgürlük meselesini konuşurken, aynı kelimeleri kullanmak zorunda olduğumuz için bir zihin kayması durumu yaşıyoruz. Yoksa hukukî anlamdaki kölelik/özgürlük ile varoluşsal anlamdaki kölelik/özgürlük arasında uçurumlar vardır.
Kölelerin Özgürlüğü Özgürlerin Köleliği
Efendimiz s.a.v.’in azatlı kölesi ve evlatlığı Zeyd b. Hârise’yi r.a. düşünelim.
Küçük yaşta Mekke’de köle olarak satılmış, Hz. Hatice r.anha validemizin yeğeni tarafından satın alınarak kendisine hediye edilmişti. Nihayet Efendimiz s.a.v. ile evlendiğinde, Hz. Hatice r.anha validemiz Zeyd’i O’na hediye etmişti.
Babası, amcası ve akrabaları aradan yıllar geçtikten sonra Zeyd’in yerini öğrendiler. Mekke’ye, Efendimiz s.a.v.’in yanına giderek, bedelini ödeyip Zeyd’i geri almak istediklerini söylediler. Efendimiz s.a.v. Zeyd’i çağırttı ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:
– Bunları tanıyor musun?
– Evet; bu babam, şu da amcam.
– Ben de tanıdığın bildiğin kişiyim. Şimdi bir karar ver. Ya beni, ya onları tercih et.
– Ben hiç kimseyi sana tercih etmem. Sen benim için hem baba, hem amcasın!
Zeyd’in bu kesin tavrı üzerine babası ve amcası tepkilerini hayli enteresan bir ifade kullanarak dile getirdiler:
– Yazıklar olsun sana!
Köleliği özgürlüğe, babana, amcana, ev halkına tercih ediyorsun ha! (İbn Hacer, el-İsâbe, 2/598-599)
Bu hadiseden sonra Efendimiz s.a.v., halkı şahit tutarak Zeyd’i azat edip evlat edindiğini ilan edecektir.
Zeyd b. Hârise r.a.’ın tercih ettiği şey özgürlük müydü, kölelik mi?
Bir de “hevasına kulluk edenler”i yani nefsinin boş ve saptırıcı isteklerine boyun eğenleri düşünelim:
“Hevasını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Allah onu bir ilim üzerine saptırmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne perde çekmiştir. Artık onu Allah’tan başka kim hidayete erdirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Câsiye, 23)
Bu ayette anlatılan kişinin belirgin bir özelliği var: Heva ve heveslerini, yani nefsî ve şeytanî arzuları ilâh edinip, onlara kulluk kölelik etmek.
Şimdi düşünelim, gerçek köle kim? Zeyd b. Hârise r.a. mı, yoksa bu ayette anlatılan kişi mi? Bunlardan ilki hukuki olarak “köle”dir. Efendisinin tasarrufu, emir ve tahakkümü altındadır. Ama bizatihi bu durum, efendisini ailesine tercih etmesinin de sebebidir. İçinde bulunduğu “hukuki kölelik” durumu, onun hakikati görmesine ve sadece Hakk’a kulluk etmesine mani değil, tam tersine vesile!
Ayette anlatılan kişi ise, içinden her geçeni, aklına her geleni yapacak kadar özgür. Ama kendine tutsak. Bu duruma o ve onun gibiler “özgürlük” diyor. Bu durum onu, gerçek ve tek İlâh’a boyun eğmekten alıkoymuş, nefsini ve şeytanı ilâh edinmeye sevk etmiştir. Özgürlük adı altında gerçek kölelik yani…
Bir İlim Üzerine Sapmak
Anılan ayet son derece ilgi çekici bir noktayı dikkatimize sunmaktadır: Bu kimse bu durumu, “bir ilim” üzere yaşamaktadır. Müfessirler ayetteki “alâ ilmin” ifadesinin birkaç şekilde anlaşılabileceğine dikkat çeker:
1. Allah Tealâ’nın, ezelî ilmiyle bu kişinin gerçek yüzünü ve geleceğini bilmesi, “hak ettiği için” kendisini saptırması.
2. Bu kişinin, kendisine hakikatin bilgisi ulaştığı halde, ona kulak asmadığı için saptırılması.
3. Bilgisini esas alarak sapması. (İbn Kesîr, 4/191; Elmalılı, 6/4321)
Bu anlamların hepsi birbirini teyit eder. Ancak üçüncüsü hayli ilgi çekicidir: Bilgide ulaştığı seviyenin başını döndürmesi sebebiyle sapmak… Elmalılı merhumun da altını çizdiği gibi, filozofların birçoğunun durumu böyledir.
Modern dönemde üretilen “bilimsel bilgi”nin her şeye hakim konuma taşınması, insanın bilgisi sebebiyle sapıtmasının temelinde yatan en önemli unsurdur. Modern insan bu sebeple aklının ermediği, gözünün görmediği her şeyi inkâr etmeyi “bilimsellik” zannetmektedir. Yaratıcı, melek, vahiy, ölüm sonrası hayat… gibi gayb ve gaybiyyatın inkârı da bundandır; Din’in emir, yasak ve yönlendirmelerine burun kıvırmasının sebebi de budur.
Şüphesiz insanın kendi ilmine, bilgisine bu derece merkezî bir yer tayin etmesinin, “hevasını ilâh edinmek”le kopmaz bir ilişkisi vardır. Bu şu demektir: Bilgisini bu şekilde mutlaklaştıran kimse, hevasını ilâh edinmiştir; ya da hevasını ilâh edinen kimse bilgisini bu konuma taşır.
Batılı İnsanın Savruluş Hikâyesi
Batılı insanın, Aydınlanma denen süreçle birlikte insan aklını ve bilgisini mutlaklaştırmaya başladığını biliyoruz. Bunun dinden (Hristiyanlık’tan) uzaklaşmak manasına geldiğini anlamak zor değil. Aklın kavrayamadığı, gözün göremediği ve elin tutamadığı her şeyin inkârı, sonunda ortaya modern insan tipini çıkardı: Dinin (Kilise Hristiyanlığının) baskıcı tutumundan kurtulan, hayatı sadece kendi istediği gibi dizayn etme özgürlüğünü elde eden, dünya hayatını her şeyin üstünde tutan “seküler insan”dır bu.
Modern seküler insan için her şey dünya hayatından ibarettir. Allah korkusu, ahiret inancı, sorgusu-suali olmayan bu hayat tarzında her şey kazanmaya ve harcamaya endekslidir. Yani insan ne kadar çok kazanıyor ve ne kadar fazla harcıyorsa o kadar makbul bir hayat yaşıyor bu anlayışa göre. Her şeye rağmen çok kazanmak, çok harcamak ve nasıl yaşayacağına sadece kendisi karar vermek… İşte “özgürlük” kavramına modern dünyada yüklenen anlam bu!
Bu oldukça tabii bir durum. Zira Batı’da Kilise’nin insan aklına, özgürlüğüne ve bilimsel faaliyetlere nasıl zincirler vurduğunu, ambargolar koyduğunu biliyoruz. Kilise karşısında verdiği “özgürlük mücadelesi”nin sonucunda onun baskısından kurtuldu Batılı insan. Daha doğrusu ona bir sınır çizdi ve bu sınırlar içine hapsetti.
Ancak bu, Batılı insanın gerçek anlamda “kurtulduğu” anlamına gelmiyor. Zira Kilise’nin egemenliğine son veren Batılı insan, onun yerine nefsin egemenliğini koydu. Adına da “özgürlük” dedi. Yani Batılı insan bir yanlıştan kurtulayım derken bir başka yanlışın içine düştü. Heva-yı nefsine kulluk etmeyi, Kilise’nin kölesi olmaya tercih etti.
Bunu bir ölçüde normal karşılamak gerekiyor. Çünkü Batılı insan için ya Kilise’nin egemenliği söz konusudur ya da nefsin egemenliği. O, vahyin ve biricik hakikatin, yani İslâm’ın kılavuzluğundan habersiz/mahrum olduğu için ya birini (Kilise’yi), veya diğerini (nefsani hevayı) tercih etmek durumunda kalıyor.
Yeni Bir Müslümanlık Anlayışı mı?
Ancak burada Hak Din mensupları bakımından izahı hayli zor bir durum var: Hakikatin şahitleri olması gereken müslümanlara ne oluyor? Yeryüzünde hakkı ve hakikati temsil etmesi gereken onlar, “modernleşme” adı altında Batılı insanın yürüdüğü yolu yürümeyi ve onun düştüğü uçurumdan düşmeyi niçin “olmazsa olmaz” bir durum olarak görüyor?
Müslümanları bu duruma iten nedir? Kalbimizi hangi yaban düşünceler bulandırıyor da kendimizi diğer din mensuplarıyla, dolayısıyla İslâm’ı diğer dinlerle eşitlemek anlamına gelen davranış ve fikirleri benimsiyoruz?
Müslümanlar arasında, özellikle de “karnı tok, sırtı pek” olanlar arasında cidden yabancısı olduğumuz bir eğilimin hızla yayılmakta olduğunu görüyoruz: Yasaksız bir din anlayışı! Özellikle son çeyrek asır içinde baş gösteren bu yeni durum üzerinde ciddi bir iç muhasebe yapmak zorundayız.
Bu öyle tehlikeli bir virüs ki, adeta müslümanlığımızın içini boşaltıyor. Evet, müslümanlıktan vazgeçmiyoruz belki ama pâk seleflerimizin yaşadığı müslümanlığa da pek benzemiyor bizimki!
Bir “İslâm sosyetesi” tabiri dolaşımda mesela. Lüksün ve israfın gırla gittiği bu hayat tarzında kanaatin, paylaşımın, diğergâmlığın, îsârın, takvanın ve bunlara benzer “bize ait” kavramların yeri tabii ki yok!
Ya da “ekonomik hayatta var olmak için ekonominin kurallarına göre oynamak gerekir” gibi şeyler söylemeye yani liberalleşmeye başladık.. Bu çerçevede vahşi kapitalizmin “ekonominin gerçekleri” olarak dayattığı ne varsa benimsiyor, Din’den de bunlara fetvalar arıyoruz.
Hanımlar adeta giyinmek için örtünür hale geldi artık. “İslâmî defileler”, “tesettür modaları”, yabancı marka tesettür kıyafetleri, şıklık yarışları, pahalı alışkanlıklar…
Bu hayat tarzının içinde, İki Cihan Güneşi s.a.v.’in sünnetine, sîretine, mirasına, emir ve tavsiyelerine yer var mıdır?
Hududullah Nereye Gitti?
Yüce Kitabımız’da “hudûdullâh: Allah’ın sınırları” tabiri birkaç yerde geçmektedir. Oruç hükümlerinin (Bakara, 187), boşanmayla ilgili bazı hükümlerin (Bakara, 229-230; Mücâdile, 2-4; Talâk, 1), Miras taksimatının (Nisâ, 12-13) söz konusu edildiği ayetlerin sonunda, “İşte bunlar hududullahtır” (Allah’ın tayin ettiği sınırlardır) buyurulur.
Hududullahın Kur’an’da bu bağlamlarda zikredilmiş olması, onun sadece buralara özgü bir kavram olduğu anlamına gelmez. O, Allah Tealâ’nın ve Rasul-i Zîşan s.a.v. Efendimizin emir, yasak, teşvik, yönlendirme, sakındırma… içeren bütün hükümlerini içine alan bir kavramdır. Çünkü “hudûdullâha riayet”, müminlerin ayırt edici vasfı olarak yine bizzat Yüce Kitabımız tarafından dile getirilmiştir:
“Allah mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cenneti vermek üzere satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak vaad etmiştir. Vaadini Allah’tan ziyade yerine getirebilecek kimdir? Artık yapmış olduğunuz o alışverişten dolayı size müjdeler olsun! İşte bu büyük bir kazançtır. Onlar, tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükûa varanlar, secdeye kapananlar, marufu emredip münkerden sakındıranlar ve hududullahı muhafaza edenlerdir. Müjdele o müminleri.” (Tevbe, 111, 112)
Dünyayı Ahiret İçin Yaşamak
Efendimiz s.a.v. bu durumu bin dörtyüz küsur yıl önce haber vermiş ve şöyle buyurmuştu: “Sizden öncekilerin yoluna karış karış, arşın arşın uyacaksınız. Hatta onlar bir keler deliğinden girse, siz de gireceksiniz.” (Buharî, Müslim)
Şüphesiz bu Nebevî beyan, sadece müslümanların tutulduğu hastalığı dikkatimize sunmakla kalmıyor, hastalığın kaynağını da işaret ediyor. Bizim hastalığımız, bizden önceki din mensuplarının, yani yahudi ve hıristiyanların tutulduğu hastalığın aynısı.
Onlara ait kavramları bilinç dün-yamıza sokma ve hayatı onlar gibi algılama ısrarımız, dinimizle ilişkimizi de onların kendi dinleriyle ilişkisine benzetiyor. Bireysel özgürlüklerle çatışma teşkil etmeyen bir din arayışı içine giriyoruz. Yasaksız, haramsız, sıkmayan bir din istiyoruz.
“Allah’tan korkulmaz, Allah sevilir!” diyoruz mesela. Bize bunu dedirten, Allah Tealâ’nın hilmine, bağışlayıcılığına, affediciliğine vurgu yaparak, O’nun azabını ve gazabını ruh ve tefekkür dünyamızdan uzaklaştırma isteğinden başka bir şey değildir. Zira O’nun gazabını davet eden pek çok şey artık hayatımızın ayrılmaz birer parçası olmuştur. Onlardan vazgeçmektense, Kur’an ve Sünnet’in bize tanıttığından farklı bir Allah tasavvur etmeye yöneliyoruz. O’nu hep affeden, kullarının hiçbir günahını önemsemeyen, “celâl” sıfatları olmayan bir ilâh olarak anlamak ve kabul etmek işimize geliyor.
İslâm’ın her bakımdan kolaylık dini olduğunu söyleyip durmamız da bu yüzden. Bu sebeple Fukahanın dini zorlaştırdığını söyleyen araştırmacıları ve akademisyenleri çok seviyoruz. Oysa, “Kulları içinde Allah’tan, ancak alimler hakkıyla korkar.” (Fâtır, 28) ayeti bize bu tarz bir “sevgi ilâhı” tasavvurunun cehaletten kaynaklandığını haber veriyor.
Bir şey daha söylüyor bu ayet: O beğenmediğiniz fakihler Allah’ın dinini ne olduğundan kolay, ne de olduğundan zor göstermeye yeltenmeyecek ölçüde Allah’tan korkan kimselerdi. Onların dünya ile ilişkilerinin bizimkiyle kıyas kabul etmeyecek kadar müslümanca olduğu ise, ayrıca izaha lüzum bırakmayacak kadar açıktır.
Hepimiz Aynı Geminin Yolcularıyız
Bizden öncekilerin yoluna karış karış, arşın arşın uyarak, Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek, müslümanlığı dönüştürmek isteyenleri ikaz etmek hem bir görev, hem de sorumluluktur.
Sorumluluktur; zira bu din Allah’ındır ve O nasıl yaşanmasını istemişse öyle yaşanacaktır. Müslümanın en temel vasfı olan emr-i ma’ruf nehy-i münker çerçevesinde, bu yolun sonunun çıkmaz olduğunu söylemek durumundayız.
Görevdir; zira aynı gemide bulunuyoruz. Bu gemide açılacak en küçük bir gedik, hepimizin helakına sebep olacaktır. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur:
“Hududullahı muhafaza eden kimseyle çiğneyen kimse şunlara benzer: Bir topluluk bir gemiye biner ve bir kısmı geminin üst katını, bir kısmı da alt katını kullanmak üzere anlaşırlar. Alt katı kullananlar suya ihtiyaç duyduklarında üst kattakilere giderek şu teklifi yaparlar: ‘Siz üst kattakileri rahatsız etmeden, sadece kendi bulunduğumuz bölgede küçük bir delik açarak su alsak nasıl olur?’ Eğer onlara izin verirlerse, hep birlikte helak olurlar. Mani olmaları halinde ise hep birlikte kurtulurlar.” (Buharî, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel)
Gerekçe ne olursa olsun, hangi kavramlar kullanılarak yapılırsa yapılsın, tahrif tahriftir. Hz. Musa a.s.’ın tebliğ ettiği dini Yahudiliğe, Hz. İsa a.s.’ın dinini Hristiyanlığa dönüştürenler de buna benzer bir anlayışla hareket etmişlerdi. O yüce peygamberlerin getirdiği hak dini zamanlarına uymuyor, rahatlarını bozuyor diye yahut zahmetli ve meşakkatli buldukları için tahrif etmiş, aslından uzaklaştırmışlardı.
Şimdi bir kısım müslümanların yaşadığı da buna benzer bir durum. Dünya hayatını mutlaklaştırmanın, heva-yı nefsi rehber edinmenin kaçınılmaz sonu bu.
Yüce Kitabımız bizi bakın nasıl uyarıyor: “Ey insanlar! Rabbinizden ittika edin ve bir günden korkun ki, baba evladına hiçbir bir fayda veremez. Evlat da babasına herhangi bir fayda sağlayamaz. Şüphe yok ki, Allah’ın vaadi gerçektir. O halde dünya hayatı sizi sakın aldatmasın ve sakın o mağrur (şeytan) sizi Allah(ın bağışlayıcılığın)a güvendir(erek helaka sürükle)mesin.” (Lokman, 33)